3 Ocak 2016 Pazar

ATHENA'NIN DOĞUMU

Zeus, bilgelik ve kurnazlığın tanrıçası Metis’le evlenir. Fakat Metis’in doğurduğu çocukların babalarından daha güçlü olacaklarını söyleyen kehanet aklına gelince çok pişman olur. Sonunda Metis’i hamile olduğu halde yutar.
Bir gün Zeus her zamanki bir gününü yaşarken müthiş bir baş ağrısı başlar. ‘Majezik’ almak yerine Prometheus, Hephaestus, Hermes ve Ares’e dev bir balta ile kafatasını açmalarını söyler. Zeus’un kafasında açılan yarıktan tamamen silahlı ve kanatlı bir şekilde Athena fırlar.
Zeus Athena’yı kendi kendine doğurduğu için mükemmel olduğunu düşünür. Zeus’un hem kızkardeşi hem de eşi olan Hera, Zeus’un bu kendinibeğenmişliğine kızar. Ne var ki, Athena’nın annesi Metis’ten haberi yoktur. Zeus’tan daha üstün olduğunu göstermek için bütün gücünü toplar ve kendi kendine -baba olmadan- Hephaestus’u doğurur. Ancak Hephaestus topal olarak doğar ve tanrıların demirciliğini yapmakla görevlendirilir.

MYRRHA

Cyprus (Kıbrıs) kralı Cyniras, kızı Myrrha’nın Aphrodite’ten daha güzel olduğu söylentisini yayar. Bunu duyan tanrıça, zavallı kızı, babasına karşı bitmek bilmeyen bir şehvet ile cezalandırır.
Babasıyla sevişmek isteyen Myrrha, kılık değiştirip babasını kandırmış ve onunla on iki gece sevişmiş, son gecesinde gebe kalmış, o gece babası yanında yatan kadının kendi kızı olduğunu anlamış ve bu korkunç günahı temizlemek için kılıcıyla kızının üstüne yürüyüp onu öldürmek istemiş. Myrrha’ya acıyan tanrılar, onu babasının elinden kurtarmak için bir mersinağacına çevirmişler. On ay kadar sonra ağacın kabuğu çatlamış, gövdesinden dünya güzeli bir bebek çıkmış. Bütün bu olaylara sebep olan Aphrodite, bebeği, Persephone’un ilgilenmesi için Hades’e yollar. Bebek büyür ve bizim adını çok duyduğumuz Adonis olur. Daha sonra da Aphrodite onunla aşk yaşar.

CRONOS'UN AÇLIĞI

Cronus, kızkardeşi Rhea’yı eşi olarak seçip kraliçe yapar ve dünyayı beraber yönetirler. Ancak Cronus’un annesi Gaia ve babası Uranus’tan öğrendiği bir gelecek vardır ki, çocuklarından birisi aynı onun babasına yaptığı gibi Cronus’u tahttan indirecektir. Bu yüzden Cronus, çocukları olan Demeter, Hestia, Hera, Hades ve Poseidon’u doğar doğmaz yer.
Buraya kadar çok güzel.. Ta ki Rhea onun önünü kesene kadar. Rhea, Zeus’u doğurduktan sonra, babasına yemek olarak onun yerine kundakta kıyafetlere sarılmış bir kaya verir. Cronus bunu farketmez ve Zeus kurtulur ve Girit’te kutsal keçi Amaltheia tarafından büyütülür. Zeus büyüdükten sonra babasına gider ve bir anlatıya göre babasının karnını deşerek kardeşlerini kurtarır; başka bir anlatıya göre ise Metis’in kendisine verdiği iksiri babasına içirerek kardeşlerini kusmasını sağlar.
Daha sonra Zeus babasına ve onun önderliğindeki ‘Titan’lara karşı bir isyan başlatır ve onları yenerek sürgüne gönderir. Zeus kontrolü eline geçirdikten sonra kardeşleriyle evreni paylaşır.. Ne aile ama değil mi!?

URANÜS'ÜN TOPLARI

Cronus (Zaman) , ilk nesil Titan’ların lideri ve en gençleriydi. Cronus, Uranus (Gökyüzünün Babası) ve Gaia (Yeryüzünün Annesi)’nın oğluydu. Gaia, aynı zamanda Uranus’un de annesiydi, ki bu da Cronus’un neden dengesiz biri olduğunu açıklamaya yetiyor.
Egemenliği elinde bulundurmasına rağmen bir gün kaybetme korkusu ile yaşayan Uranus her türlü tehlikeyi ortadan kaldırmak için Gaia’dan olan tek gözlü Cyclops ve yüz elli Hecatonchires adlı her bir grup üçüzlerden oluşmak üzere toplam altı çocuğunu çok çirkin olduklarını bahane ederek yerin derinliklerine göndermiştir. Çocuklarının hasretiyle yanıp tutuşan Gaia diğer çocuklarının intikamını almak için Titan’ları doğurur ve bunlar tam 13 adettir. Gaia’nın amacı intikamdır fakat hiçbir Titan babalarına karşı gelmek istemez. Tabii ki Cronus dışında!
The-balls-of-Uranus-2
Cronus’ta da babasınınkine benzer bir egemenlik sevdası vardı, ki babasının gücünü zaten kıskanıyordu. Bunun farkında olan Gaia, taştan bir orak vererek Cronus’u babasına pusu kurmaya ikna eder. Annesinin verdiği orak ile babasının testislerini keser ve babası annesinden ayrılır (yani yeryüzü ve gökyüzü o gün ayrılır!). Cronus, babasının testislerini denize atar ve inanılır ki denizlerin köpüklerini bu testisler oluşturmuştur. O köpüklerden de tanrıça Venüs’ün çıktığına inanılır.

İCARUS

Efsaneye göre Daedalus ve oglu Icarus Girit krali Minos`un labirentlerinden olusan hapishanesinden kartallarin uçuslarini izleyerek kanat yapmayi kendi kendilerine gelistirirler. Kartal tüylerini bal mumuyla yapistirarak kendine ve ogluna kanat yapar. Ogluna orta seviyede bir uçus tavsiye eder. Çünkü alçak seviyede yapacaklari uçusta deniz suyunun etkisiyle nemleserek agirlasip hareket ettirilemeyecegini, yüksek seviyeli uçusta ise tüyleri bir arada tutan balmumunun günes isisiyla eriyebilecegini söyler. Girit adasindan Sicilya’ya dogru uçarlarken Icarus güneşin güzelliğinden adeta büyülenir ve yüksek irtifaya çikar .kanatlarindaki balmumunun erimesiyle denize düserek ölür. 
yunan mitolojsi ironilerle doludur ve bunlardan biride icarusun hikayesidir belkide. ne güzel söylemiş iron maiden abilerimiz: 
Fly as high as the sun..

NİOBE

Niobe Lidya kralı Tantalos'un kızı imiş. Babası gibi aşırı gururlu ve kibirli bir karakteri olan prenses , altı kız altı erkek olmak üzere on iki çocuk sahibi olmakla övünürmüş ( tabii o zamanlar enflasyon falan yok, insan sayısı da az, bolluk içinde her yer, çocuk okutma ev alma derdi yok). Tabii ki her anne çocukları ile övünür ancak Niobe çevresindeki diğer anneleri de kendinden aşağı görürmüş, onların çocuklarını kendi çocuklarından daha az sayıda ve çirkin diye küçümsermiş. Bu aşağılamadan Artemis ve Apollon'un annesi Leto da nasibini almış. Prenses Niobe « Benim on iki tane birbirinden akıllı ve birbirinden güzel çocuğum var. Benim ve soyumun geleceği garanti altında, birine bir şey olsa diğerleri varlığımızı sürdürür »diye düşünüyormuş. « Leto da kimmiş, onun sadece iki çocuğu var, onun dişiliği bu kadar diyormuş. Leto bu sözlere çok üzülünce , durumu çocuklarına söylemiş. Apollon ve Artemis de bu durum karşısında Niobe'nin tüm çocuklarını oklarıyla öldürmüşler. 

Niobe onların cansız vücutları başında o denli üzülüp ağlamış ki, gözlerinden kanlı yaşlar dökülmüş. Artık daha fazla ağlayamayan, adeta buz kesilen Niobe , Zeus'a bu acıdan kurtulmak için kendisini taşa çevirmesi için yalvarmış. Zeus da onu kayaya çevirmiş. Manisa ilimiz sınırlarında bu boynu eğik kadın şekilli kayayı görebilirsiniz, ister inanın ister inanmayın bu kayanın bir tarafı yılın hangi mevsimi, günün hangi saati olursa olsun nemlidir, adeta sessizce akan gözyasları gibi. 

PHİLEMON VE BAUCİS'İN ÖYKÜSÜ

Günlerden bir gün Zeus, oğlu Hermes ile kılık değiştirip, Olimpostan aşağı inerek, eski Frigya bölgesinde( Ege bölgemizin iç kısımları,Güney Marmara ile İç Anadolu Bölgemizin batısı arasında kalan eski yerleşim alanı) dolaşmaya çıkmışlar. Amaçları insanları sınamak, birbirlerine karşı yaklaşımlarını ve sahip oldukları zenginlikleri nasıl değerlendirdiklerini daha yakından görmekmiş. Bu iki yolcuya kimse gereken ilgiyi göstermemiş, güleryüzle davranmamış, misafir olarak kabul etmemiş, selam bile vermemişler. Sadece yaşlı Philemon ve karısı Baucis kıt kanaat geçinmelerine karşın onları evlerine davet ederek, dostça karşılamışlar. Kim olduklarını bilmeden, bu değerli misafirlerin önlerine sıcak çorbalarını getirmişler, sofralarını paylaşmışlar. İki misafir zengin komşularının soğuk ve umursamaz davranışlarına karşın, parasal açıdan yoksul, ancak sevgice varsıl bu iki güzel insanın içten ve şirin davranışları karşısında çok etkilenmişler. Zeus ve Hermes “ bizler ölümsüzlerdeniz, siz ölümlülerin arasına girerek sizleri sınavdan geçirmek istemiştik. Bu sınavı sadece siz kazandınız. Diğerleri ise bencillikleri, taşkalplilikleri ve saygısızlıkları nedeniyle bu sınavı kaybettiler. Tabii ki sapla samanı ayıracağız. Biz şimdi gidiyoruz , siz ikiniz de bizim ardımızdan gelin” demişler. İki yaşlı insan bu sözler karşısında şaşkına dönmelerine rağmen, bu iki yabancıyı izleyerek, düşe kalka dağ yolundan yukarıya çıkmaya başlamışlar. Bir parça soluklanmak için durdukları anda,büyük bir gürültü ile yerlerinden sıçramışlar. Sesin geldiği yöne baktıklarında daha önce evlerinin bulunduğu toprakların su altında kaldığını, evlerin yıkıldığını, insanların ne olduğunu anlayamadan boğulduğunu üzüntü içinde görmüşler. Bir süre sonra baraka şeklindeki kendi evlerinin, mükemmel bir yapı haline geldiğini görmüşler. Zeus bu yardımsever insanlara dileklerini sormuş. Onlar da doğup büyüdükleri topraklardan uzaklaşmak istemediklerini, bu kutsal yapının koruyuculuğundan başka bir şey istemediklerini ifade etmişler. Zeus da bu dileklerini kabul etmiş. Aradan geçen yıllar boyunca birbirine sevgi ile davranmaya devam eden bu iki insan doğal olarak daha da yaşlanmış. Philemon gençliklerinden bu yana yaşadıkları tatlı anılardan bahsederken, karısı Baucis’in yüzü, elleri ve tüm vücudunun değişerek, saçlarından yaprakların, parmaklarından dalların, ayaklarından da köklerin çıktığını görerek hayrete düşmüş. Aynı görüntüyü Baucis de sevgiyle bağlandığı kocası Philemon da görmüş. Birbirlerine gülümseyerek, veda etmişler aynı anda , birbirlerinden ayrı kalmadan tam bir ağaca dönüşmüşler. Baucis sıcak kış günlerinde içimizi ısıtan ıhlamura; Philemon ise gölgesinde sıcaktan korunduğumuz meşe ağacına dönüşmüş. Ve insanlara faydalı olmaya devam etmişler.

ARES VE AFRODİT

Savaş tanrısı olan Ares, aşk tanrısı olan Afrodit’e (aka B.Alkan) aşık olmuş. Ancak gelin görün ki, Ares yakıp, yıkan, kan ve barut kokan , saldırgan bir tanrıymış. Buna karşın Afrodit denizdeki dalgaların bembeyaz köpüğünden oluşan aşk tanrıçası olup, insanların birbirlerine sevgi ile yaklaşması için üzerlerine aşk iksirini damlatan, çiçekleri ve ağaçları baharda rengarenk donatarak,doğayı canlandıran üretken bir tanrıçaymış. 

Afrodit ateş tanrısı olan ve çok sanatkar, ancak topal ve çok fazla yakışıklı sayılmayacak bir görünüme sahip olan Hephaistos ile evliymiş. Her ikisinin de temsil ettikleri sanat ve aşk kol kola imiş. Ancak savaş tanrısı Ares sadece kendini düşünerek , bu oluşumu bozmak için harekete geçmiş. Ares türlü hediyeler, vaatler ve övgülerle güzel Afrodit’in kalbini çalmış. Hephaistos gece volkanların içindeki demir atelyesinde çalışırken Güzel Afrodit’in yanına geliyormuş. Ares güneşin sabah tüm olan biteni görüp, Hephaistos’a haber verememesi için, genç Alektryon’u güneşin doğuşunu kendisine haber versin diye gözcü olarak kapının dışında tutmaktaymış. Ancak bir gün Alektryon uyuyakalmış. Güneş Ares ve Afrodit’in birlikteliğini görmüş ve Hephaistos’a durumu bildirmiş. Alet yapımında çok hünerli olan sanatkar Hephaistos onları tuzağa düşürecek bir buluş yapmış. Görünmez bir ağ. Ares ve Afrodit yatağa girdiklerinde bu ağın için hapsolup, kımıldayamaz hale gelmişler. Hephaistos durumu Olimpostaki tanrılara bildirmiş. Tanrılar bu duruma kahkahalarla gülmüşler. Düştükleri bu durum nedeniyle rezil olan Ares dağlara, Afrodit Kıbrıs adasına kaçmış. Alektryon ise horoza dönüştürülmüş ve artık o günden beri güneşin doğuşunu haber vermeye başlamış.

İKİ TANRI KARDEŞ - HERMES VE APOLLON

Rüzgar tanrısı olan Hermes, baştanrı Zeus ve bir yağmur perisi olan Maia’nın oğlu olarak dünyaya gelmiş. Hermes ayağına giydiği sandaletlerdeki kanatlar nedeniyle hızlı hareket etmesi yüzünden, aynı zamanda tanrıların habercisi olarak görevlendirilmiş. Dağların doruklarından, vadiler ve derin kanyonlara doğru uçup, havayı hızlı hareket ettirmesi ile ıslık sesleri; kendi etrafında hızla dönmesi ile hortum; kızdığında kasırga ve tayfunlar oluşturup, yüksek sesler çıkarabilmesi nedeniyle müzisyenlerin de tanrısı kabul edilirmiş. Arada sırada da elindeki liri ile hoş melodilerle etrafına neşe yayarmış. Bir mağarada dünyaya gelen Hermes, beşiğinde daha bebeklikten kurtulmadan doğayla dost olarak yaşıyormuş. Bir gün çok acıkmış ve gene Zeus’un oğlu olan Apollon’un (Truva savaşında Anadolu halklarının koruyucusu olan güneş, ışık,şiir ve güzel sanatlar tanrısı) sürülerinden, çobanı da tehdit ederek, karnını doyurmak için bir miktar besili hayvan çalmış. Ancak güneşin ilk ışıkları bu durumu Apollon’a bildirmiş. Apollon bu duruma doğal olarak çok öfkelenmiş. Fakat ufak kardeş Hermes hemen beşiğine girerek, böyle bir şey yapamayacak kadar küçük olduğunu söyleyerek durumu inkar etmiş. Bunun üzerine Apollon Hermes’i kaptığı gibi babaları Zeus’un yanına getirmiş. Zeus beşiğinde kundaklanmış olarak yatan, kurnaz Hermes’in savunmasını ve inkarını duyunca kahkahalarla gülmüş. Her şeyden haberi olduğu için minik hırsıza ağabeyinden özür dilemesini, bundan sonra herkesin hakkına saygı duymasını, ahlak kurallarına uymasını söyleyerek, iki kardeşi barıştırmış. Hermes sakladığı sürüyü Apollon’a geri vermiş. Apollon’a kendini affettirmek için liri ile neşeli parçalar çalarak, özür dilemiş. Apollon bu güzel çalgıdan çok hoşlanmış. Hermes de liri ağabeyi Apollon’a hediye etmiş. Apollon da bu güzel davranışa karşılık olarak, kamçı ve çoban sopasını Hermes’e hediye ederek, ona sürülerin ve çobanların koruyuculuğu ve tanrılığını vermiş. 

O günden sonra Apollon daha önce yanından eksik etmediği ok ve yayına liri de eklemiş ve müzikle iç içe olup, insanlara neşe saçmış. Hermes de koruyuculuğundaki besili , sağlıklı hayvanların bollaşmasını, çobanların da neşeli ve dinç olmasını sağlamış. Hermes Apollon’u saymış, Apollon da Hermes’i sevmiş. Birbirlerinin yanında olmuşlar.

EUROPA İLE ZEUS'UN KAVUŞMASI

Günümüzde olduğu gibi, o zamanlarda da bütün kadınlar güzel,duygusal ve hassasmış. Hepsi bir yana, bunlardan bambaşka sevimlilikte bir Europa adlı kız varmış. Ancak bu sevimliliğinin çevresindekileri etkileyip, boş yere ümit vermemesi için erkeklerle arasına kabul edilebilir ölçüde mesafe koyarak kendi dostları arasında mutlu bir şekilde yaşarmış. Zeus bu sevimli kıza gönlünü kaptırmış. Gelin görün ki, mitolojik bir tanrı da olsa Europa’nın yanına yaklaşması ile, Europa onun yanından uzaklaşırmış. Fakat mitolojide çareler tükenmez. Zeus keskin zekasını konuşturarak, kendini herkesin seveceği uysal bir boğa şekline sokmuş. Doğruca Europa’nın yaşadığı yemyeşil kırlara gitmiş. Europa ve birbirinden sevimli kız arkadaşlarının yanına yumuşakbaşlı bir şekilde yaklaşmış. Boğa görünümündeki Zeus Europa’nın yanına gelince durmuş ve ona adeta beni sev diye bakmış. Boğa şeklindeki Zeus adeta bir kedi gibi davranarak, kuyruğunu neşe ile sallayıp, yere çökmüş. Europa da arkadaşlarına “ haydi gelin, bu tatlı hayvanın sırtına binerek kırlarda gezelim, o kadar uysal ki, sanki bir kuzu gibi , üstüne üstlük hepimizi sırtına alabilecek kadar da güçlü” diyerek eğilmiş olan hayvanın sırtına binmiş. Arkadaşlarının yanına gelmesini beklerken, az önceki o yumuşak boğa bir anda yerinden fırlayarak, müthiş bir hızla koşmaya başlamış. Arkadaşlarının şaşkın bakışları arasında, bir anda Europa korku ve hayret içinde boğanın sırtında ne yapacağını şaşırmış, adeta dili tutulmuş. Kımıldayamaz halde, ne bir şey söyleyebilmiş ne de ağlayabilmiş. İşin ilginç yanı boğa, karanın bittiği yerde deniz üzerinde de koşmaya başlamış. Bir süre sonra boğa görünümündeki Zeus ve güzel Europa tekrar bir adadan karaya çıkmışlar. O zaman Zeus gerçek görünümüne bürünmüş. Europa’ya sevgisini açıklamış. Birlikte güzel günler yaşamışlar. Akıllı ve güzel çocuklar dünyaya getirmişler.

PANDORA

Mitolojide ölümlüler ( yani insanlar) ve ölümsüzler ( yani tanrılar) birarada yaşamaktaymış. Ancak insanlar o dönemde sadece erkeklerden oluşmakta imiş. Tanrılarla o denli laubali olup, sınırsız olmuşlar ki Zeus bu şımarık, ters, ahlaksız , kaba , kendini akıllı ve güçlü sanan aptallar ordusuna, kendilerini hale yola soksun ve incelsinler diye az çok vücutça kendilerine benzeyen ama aslında kendilerinden çok farklı, bir varlık gönderdi"kadınlar". 

Zeus sanatkar bir tanrı olan ve dahice eşyalar yapan bir tanrı olan oğlu Hephaistos 'a bu işi havale etti. O da toprak ve suyu çamur haline getirerek, kadın şeklini oluşturdu. Kalbine başkalarına uzaktan hoş , parıltılı, göz alıcı , büyüleyici romantik ; yakınına gidince ise "dışı seni, içi beni yakar" türünden kor halinde ateş yerleştirmiş. Tüm tanrı ve periler ona o kadar çok özellik, güzellik ve hediyeler vermişler ki adı Pandora ( tümüyle armağan) olmuş. Afrodit ona vücut modelini ve güzelliklerini , Athena ince ve süslü elbiseler ve bunları giyme hevesini, Hermes ise onun kalbine ihanet , kıskançlık ve aldatıcılık tohumlarını atmış. Zeus ise onu insanlar arasına göndermeden önce bir kutu vererek, bu kutuyu kendisi izin vermeden açmamasını söylemiş. O yeryüzüne gönderilirken ,ateşi dolayısı ile aklı tanrılardan çalarak, insanlara kazandıran Prometheus'un kardeşine yollanmış. Bu sırada Prometheus kardeşini uyararak, Zeus'un göndereceği hediyeyi almamasını, aksi takdirde bu varlıklara uygun davranılmadığında ,yeryüzünde bu varlıkların intiharlar, katliamlar ve savaşlara yol açacağını söylemiş. Ama Prometheus' un kardeşi gördüğü güzellik karşısında her şeyi unutarak, onu erkeklerin dünyasına götürmüş. 

Bu güzellik abidesi de yeryüzüne indiğinde içindeki merağı yenememiş. Açılması yasak olan kutuyu açıvermiş. Kutu açılır açılmaz içinden acı, şehvet, yalan, ihanet vb. her türden dert bir anda tüm dünyaya dağılıvermiş. Bu sırada olayın korkunç şokundan kurtulabilen Pandora hemen kutunun kapağını kapatabilmiş , ancak kutunun içinde sadece ümit hissi kalabilmiş.

PARİS’İN YARGISI

ZEUS, HERMES, HERA, ATHENA, APHRODİTE, PARİS

ZEUS – Şu elmayı al da, Hermes, Phrygia’ya git, Priamos’un oğlu sığırtmacı bul; İda dağlarının Gargaros tepesinde sürüsünü otlatır. Ona dersin ki: “Sen güzel olduğun, sevda işinden de anladığın için, Paris[3], Zeus sana emrediyor, bu tanrıçalara bakıp hangisinin daha güzel olduğunu söyleyeceksin; kazanana da ödül olarak bu elma verilecektir.” Ona böyle dersin. Siz de, tanrıçalar, hakemin önüne çıkmak sırası geldi artık. Hanginizin daha güzel olduğunu ben kendim kesip atamam, çünkü ben üçünüzü de bir severim, üçünüz birden kazansanız ben daha memnun olurum. Hem güzellik ödülünü içinizden birine veren, öbür ikinizin mutlaka kinine uğrar. Bunun için hakemlik etmek bana gelmez; ama şimdi sizi gönderdiğim o genç Phrygia’lı krallar soyundandır, bizim Ganymedes ile de akrabalığı var. Zaten gönlü saf bir delikanlıdır, size bakmaya lâyık değildi, diyemezler.

APHRODİTE – Sen beni, Zeus, Momos’un[4] karşısına çıkarsan, ben gene kendime güvenir, giderim. Bende ne bulur da alay eder? Ama bakalım o dediğin adam bu hanımların da hoşuna gider mi?

HERA – Bizim bir şeyden çekindiğimiz yok, Aphrodite, hakem diye senin Ares’i getirsinler, ondan da korkmayız. O Paris kim olursa olsun, kabul ediyoruz biz.

ZEUS – Ya sen, kızım, sen ne dersin? Başını çeviriyor, kızarıyorsun, değil mi? Siz kızlar öylesinizdir, böyle işlerde utanıp kızarırsınız. Ama, belli, sen de kabul ediyorsun. Haydi gidin artık; kazanamayanlar ad kızıp o delikanlıya bir kötülük etmeyin sakın; üçünüz de bir derecede güzel olamazsınız!

HERMES – Biz şimdi doğru Phrygia’ya: ben öne düşeyim, siz peşim sıra gelirsiniz; hiç tasanız olmasın. Ben o Paris’i tanırım, güzel delikanlıdır, sevda nedir, iyi bilir, bu gibi işlerde de iyi hakem olur. Haksızlık edeyim demez o.

APHRODİTE – Bu senin dediğin benim işime pek gelir; hakemin hak bilir bir adam olması bizim için daha büyük mutluluk! Ama o delikanlı bekâr mı, yoksa bir kadın var mı yanında?

HERMES – Büsbütün bekâr değil, Aphrodite.

APHRODİTE – O da ne demek?

HERMES – Öyle sanıyorum ki İda’lı bir kadınla oturuyor[5]; güzelce bir şey ama pek köylü, bir dağ kadını; doğrusu Paris’in de ona artık pek baktığı yok. Ama sen bunları neden soruyorsun?

APHRODİTE – Hiç, sormuştum öyle.

ATHENA – Yo! Öyle ayrı konuşmak olmaz, Hermes, sen elçisin, elçiliğini bil.

HERMES – Ben kötü bir şeye kalkışmadım ki, Athena! Konuştuklarımızda sizlere karşı bir şey yoktur. Aphrodite bana Paris evli midir diye sormuştu, işte o kadar.

ATHENA – Onu neden merak etmiş?

HERMES – Bilmem; kendisi, aklıma öyle geldi de sordum, bir maksadım yoktu diyor.

ATHENA – Peki, bekâr mıymış?

HERMES – Değile benziyor.

ATHENA – Ya savaşmayı, ün salmayı sever mi? Yoksa sığırtmaçlıktan başka bir şey bilmez mi?

HERMES – Doğrusu, orasını iyice söyleyemem, bilmiyorum ben ama genç olduğuna bakılırsa dövüşüp şan kazanmayı sever elbette; savaşlarda birinci gelmeyi istemez mi hiç?

APHRODİTE – Athena ile ayrı konuşuyorsun diye, bak ben kızmıyorum. Böyle küçük işler için söz etmek, Aphrodite’nin âdeti değildir.

HERMES – O da bana senin sorduğunu sormuştu; sana yanız verdiğim gibi ona da yanıt verdimse bunda senin kızacağın, sana zararı dokunur sanacağın ne olabilir ki? Bakın, konuşa konuşa yıldızlardan hayli uzaklaştık, Phrygia’ya geldik bile. Ben artık İda dağlarını, Gargaros’u görüyorum; yanılmıyorsam şu da size hakemlik edecek olan Paris.

HERA – Hani nerede? Ben görmüyorum.

HERMES – İşte şurada; sola bak, ama ta tepeye değil, dağın yanına bak, hani bir in, bir de sürü var, orada.

HERA – Ben sürü mürü görmüyorum ki!

HERMES – Nasıl görmüyorsun? Hele parmağımla gösterdiğim yana bak, orada genç genç öküzler görmüyor musun? Bir de adam var koşarak kayadan iniyor; sürü dağılmasın diye elinde bir değnek tutuyor.

HERA – Şimdi gördüm, ama bilmem o mu?

HERMES – Ta kendisi. Ama madem ki bu kadar yaklaştık, beni dinlerseniz artık yere inelim de yürüyelim; birden bire gökten düştüğümüzü görürse korkar sonra.

HERA – Doğru söylüyorsun, öyle yapalım… İşte indik artık. Aphrodite, sen hele öne düş de bize yol göster; buraları sen elbette bilirsin, kaç kez gelip Ankhises’le buluşmuşsun.

APHRODİTE – Senin bu alayların benim umurumda bile değil, Hera.

HERMES – Size yolu ben gösteririm; İda’da ben de oturdum. Zeus’un genç Phrygia’lıya tutulduğu günlerdeydi, çocuğu gözetleyeyim diye beni buralara gönderdi; kartal olduğu gün de yanındaydım, o güzel oğlanı onunla birlikte ben de tutuyordum. Hatırımda iyi kaldıysa, onu işte şu kayadan alıp kaçmıştı. Çocuk, sürüsüne kaval çalıyordu. Zeus tepesine çöktü, tırnaklarıyla usulca sardı, başındaki tacı gagasıyla yakaladı, çocuğu yerden kaldırıverdi; oğlancağız boynunu bükmüş, ona öyle şaşkın şaşkın bakıyordu. Korkusundan kavalını düşürmüştü, ben onu alıp… İşte sizin hakem; gidelim yanına.

Bahtın açık olsun sığırtmaç.

PARİS – Senin de delikanlı, dilerim Zeus’tan açık olsun bahtın. Ama sen kimsin de böyle bizim yanımıza geliyorsun? Bu getirdiğin kadınlar da kim? Bu güzellikleriyle dağlarda ne işleri var onların.

HERMES – Kadın değil ki onlar! Bu gördüklerinin biri Hera, biri Athena, biri de Aphrodite, Paris; beni soruyorsan, ben de Hermes’im; beni sana Zeus gönderdi. Ama sen niçin öyle titreyip sararıyorsun? Gönlünü ferah tut, korkma bir şeyden. Zeus, bu tanrıçalardan hangisinin daha güzel olduğunu söylemeni istiyor. Senin için, kendisi de güzeldir, sevda işinin ehlidir, kararını versin dedi. Hele şu elmanın üzerini oku, ödülün ne olduğunu da anlarsın.

PARİS – Ver bakalım, ne yazıyor. “Elma en güzelin olsun” demiş. Peki, ama Hermes efendimiz, ben ölümlü bir insanım, hem de bir köylüyüm, bir çobanın gözleri bu kadar güzel şeylere alışık mıdır? Ben nasıl hakemlik ederim? Böyle işler olsa olsa kent uşaklarına yakışır. Bana iki keçiden hangisinin daha güzeldir, iki düveden hangisi daha güzeldir, onu sor, belki bilirim.

Bu tanrıçaların biri güzellikte ötekinden aşağı kalmıyor ki! İnsan nasıl birinden gözlerini ayırır da ötekilere bakar, anlayamıyorum; gözler birinin bir yerine ilişti mi, ona hayran hayran bağlanıp öyle bakıyor. Başka bir yere geçse, onu da güzel buluyor; hasılı nereye çevrilse, oranın büyüsüne kapılıp kalıyor. Keşke ben de bir Argos olsaydım da her birine bütün vücudumla bakabilseydim! Bence en doğrusu, elmayı üçüne birden vermektir. Zaten şunu da bir düşünmeli: Biri Zeus’un hem kızkardeşi, hem de eşi; ötekiler ise kızları… Hal böyle iken, kesip atmak kolay mıdır hiç?

HERMES – Kolay mı değil mi, orasını ben bilmem; ama Zeus öyle buyurdu.

PARİS – Bari, Hermes, sen tanrıçalara şunu söyle: ikisi ödülünü alamayacaklar, ama bana kızmasınlar; bilsinler ki bu işte benim ancak gözlerim yanılır.

HERMES – Kızmayacaklarına söz veriyorlar. Ama sen de artık uzatma, ver vereceğin yargıyı.

PARİS – Mademki kurtuluş çaresi yok, bir deneyeyim, Ama sen bana önce şunu söyle; onlara böyle oldukları gibi mi bakacağım, yoksa inceleme tam olsun diye soyacak mıyım?

HERMES – O senin bileceğin şey; hakem sensin, dilediğini emredersin.

PARİS – Dilediğimi mi? Çıplak görmek isterim elbette.

HERMES – Haydi tanrıçalar, soyunun. Sen inceden inceye bakarsın, ben başımı çeviriyorum.

HERA – Peki, Paris önce ben soyunayım da gör; benim beyaz olan yalnız kollarım değildir, yalnız iri gözlerimle de göğsümü germem; her yanım güzeldir benim.

PARİS – Aphrodite, sen de soyun.

ATHENA – Aman, Paris, dikkat et, Aphrodite kemerini çıkarmadan soyunmasın, tılsımlıdır onun kemeri, seni de büyüler; hem buraya böyle aşifteler gibi sürünüp gelmesi hiç de hoş değildi, güzelliğini olduğu gibi göstermeliydi.

PARİS – Kemer için dediği doğru; çıkarıver.

APHRODİTE – Sen de, Athena, miğferini neden çıkartmıyorsun? Sorgucunu sallayıp durman da hakemi korkutmak için mi? Yoksa tüyler ürperten o miğferi çıkartırsan, tirşe gözlerin beğenilmez diye mi çekiniyorsun.

ATHENA – Çıkardım işte miğferimi.

APHRODİTE – Al, ben de çıkardım kemerimi.

HERA – İşte, üçümüz de soyunduk.

PARİS – Ey ulu Zeus! Nedir bu gördüklerim! Bu ne güzellik! Bu ne büyük haz! Kız ne kadar güzel! Öteki de gerçekten Zeus’a lâyık görkemli bir ece! Ya şunun tatlı bakışı, o ince insanı çıldırtan gülümsemesi! Şimdi ben bahtiyarlığın en yüksek derecesine erdim. Ama, bir diyeceğiniz olmazsa, her birinizi bir de ayrı ayrı görmek isterim; çünkü şimdi şaşırıp kaldım, hanginize bakacağımı bilemiyorum.

APHRODİTE – Yapalım dediğini.

PARİS – Hele siz ikiniz çekilin de burada yalnız Hera kalsın.

HERA – Peki, kalayım; bana iyice baktıktan sonra bir de şunu düşün; senin ödülüne karşılık ben de sana bak ne armağanlar vereceğim; en güzel diye beni seçersen, ben seni bütün Asya’nın efendisi ederim.

PARİS – Öyle armağanlar benim vereceğim yargıyı değiştirmez. Şimdi çekil, ben neyi doğru bulursam onu söylerim.

Haydi, sen gel, Athena.

ATHENA – Geldim işte. En güzel diye beni gösterirsen, Paris, savaşlarda hiç alt olmaz, hep sen yenersin; ben seni büyük bir komutan eder, nice ülkeleri eline geçiririm.

PARİS – Benim savaşlarda, cenklerde gözüm yok, Athena; görüyorsun ki, şimdilik Phrygia da, Lydia da barış içinde; babamın devletinin çarpışılacak hiçbir düşmanı yok. Ama sen hiç merak etme, ben armağan almıyorum diye sana haksızlık edeceğimi sanma. Artık giyinip miğferini de takabilirsin: sana baktığım yeter, şimdi sıra Aphrodite’nin.

APHRODİTE – Yanındayım işte. Vücudumun her yanına inceden inceye bak, bir yeri gözden kaçırma. Ama, güzel delikanlı, istersen şu diyeceklerimi de bir dinle. Ne zamandır seni tanırım, gençsin, güzelsin, öyle ki, bilmem bütün Phrygia’da bir eşin daha var mı? Bu şirinlinle bahtiyarsın doğrusu ! Ama neden bu tepeleri, kayaları bırakıp da kente gitmezsin, güzelliğini bu yabani yerlerde soldurursun, bir türlü anlayamıyorum. Ne beklersin dağlardan? Senin güzelliğinin öküzlerine ne yararı olabilir ki? Sen evlenmelisin, ama öyle İda’lılar gibi kaba saba bir köylü kadın değil, Yunanistan’ın güzellerinden birini almalısın: Argos’lu mu olur, Korinthos’lu ya da Lakonia’lı mı olur, orasını sen bilirsin… Genç, güzel bir Helene var, benim kadar dilberdir o da; hem o sevsin diye yaratılmıştır. Seni bir görsün, hiç şüphe etmem, her şeyini bırakır da senin ardına düşer, sana kendini verir de bir daha koynundan çıkmak istemez. Onun sözünü duymuşsundur elbet.

PARİS – Hayır, Aphrodite, hiç duymadım; ama sen ne biliyorsan söyle, beni memnun edersin.

APHRODİTE – Leda’nın kızıdır; hani Zeus kuğu olup da bir güzel kadına gitmişti, işte onun kızı.

PARİS – Yüzü nasıldır?

APHRODİTE – Bir kere beyazdır, elbette, babası kuğu olunca o da beyaz olacak; sonra bir yumurtada büyüdü, onun için pek de narindir. Çok kere oyun yerlerinde çalışıp vücudunu inceltir, gürbüzleştirir. Bunun için çok oldu peşine düşenler; uğruna savaş bile oldu. Daha küçük bir kızdı, Theseus onu alıp kaçırdı. Gençlik çağına girince, Akhaia’lı bütün krallar onu almak için sıraya girdiler; o, Pelops oğullarından Menelaos’u seçti. İstersen, ben yolunu bulur, seni onunla evlendiririm.

PARİS – Ne dedin? Sen beni kocalı bir kadınla mı evlendireceksin?

APHRODİTE – Sen, bütün köylüler gibi saf bir delikanlısın; ama ben böyle işler nasıl becerilir bilirim.

PARİS – Nasıl olur? Ben de bileyim bari.

APHRODİTE – Sen, Yunanistan’ı gezip göreceğim diyerek yurdundan çıkarsın. Lakedaimon’a varınca, Helene seni görür; sana gönül verip ardına düşmesine gelince, orasını bana bırak.

PARİS - Benim de asıl orasına aklım ermiyor: kocasını bırakıp da kendi yurdundan olmayan bir insanın, bir yabanın ardına düşer mi hiç?

APHRODİTE - Onu sen hiç düşünme. Benim sevimli iki oğlum vardır: biri Arzu, biri de Aşk. Yolculuğunda sana arkadaşlık etsinler, gideceğin yerleri göstersinler diye onları yanına katarım. Aşk o kadının gönlüne giriverir, ne yapıp eder de seni sevdirir; Arzu da senin her yerine yayılır, kendi gibi seni de dilberleştirir, sana bir çekicilik verir. Ben de onların yanında bulunurum. Bundan başka Kharis’lere rica ederim, onlar da bizimle gelir, her birlik olur, Helene’yi kandırırız.

PARİS – Bunların sonu neye varır, bilmem, Aphrodite. Ama ben Helene’ye gönül verdim bile. Şimdi bana öyle geliyor ki, ben onu görüyorum, gemiye binip Yunanistan yolunu tutmuşum, Sparte’ye varmışım, orada oturuyorum, o kadını elde etmişim… Anlamıyorum nasıl oluyor, ama kendimi böyle görüyorum işte… Bunlar bir an önce olmuyor diye de öyle üzülüyorum ki!..

APHRODİTE – Sana öyle bir eş getirenin zahmetini oyunla ödemeden hemen ateş alıverme, Paris. Ben sizinle birlikte gelirim, ama başımda zafer tacı bulunmalı, hem sizin düğününüzü, hem de kendi başarımı kutlamalıyım. Görüyorsun ya! Bu elma ile neler elde edebilirsin; aşk, güzellik, evlenme her şey senin olsun.

PARİS – Ya yargıdan sonra sen bunları unutursan?

APHRODİTE – Verdiğim sözü yerine getireceğime, istersen bir de yemin edeyim.

PARİS – Hayır; o sözleri bir daha tazele yeter.

APHRODİTE – Sana söz veriyorum: Helene senin eşin olacak, senin ardına düşecek, seninle birlikte İlion’a gelecek, Ben senin yanında olacağım, her işinde sana yardım edeceğim.

PARİS – Aşk’ı, Arzu’yu, Kharis’leri de getirecek misin?

APHRODİTE – Hiç merak etme. Dilek ile Düğün’ü de alır gelirim. Bu koşullarda ver bana elmayı.

PARİS – Madem ki öyledir, buyur, senin olsun.

MEDUSA EFSANESİ

Medusa, yaşamına çok güzel bir genç kız olarak başlamıştır. O kadar güzeldir ki tanrıçaların kıskançlığını üzerinde toplamış, tanrıları da peşinde koşturmuştur. Tanrıça Athena ( Zeus’un en çok sevdiği kızı) onu çok kıskanmaktadır özellikle. Denizlerin tanrısı Poseidon ise Medusa’ya hayrandır. Başı öylesine dönmüştür ki bir gün Athena’nın tapınağında Medusa’ya zorla sahip olur.

Bu durumu kendisi için aşağılayıcı bulan Athena, Medusa’yı gorgon yaparak cezalandırır. Çok çirkinleşmiş, saçları yılana dönüşmüştür, yüzüne bakanlar taş kesilmektedir. Medusa insan olduğu için ölümlüdür. Gorgon yapma cezasını az bulur Athena ve Perseus’la iş birliği yaparak Medusa’nın başını kestirir. Başı kesildiği anda Medusa’nın Poseidon’dan olma çocukları Pegasus ve Chrysar gövdesinden dışarı fırlarlar. Medusa’dan sıçrayan kan damlaları Libya çöllerine düşer ve birer yılana dönüşürler.

Perseus, Medusa’nın kesik kafasını alır gider. Athena ise Medusa’nın derisini yüzüp Aegis’in markası yapar. İki damla kanını kral Erichthonius’a hediye eder. Bu iki damla kandan biri öldürücü zehirdir,diğeri ise panzehirdir, tüm hastalıklara deva olmaktadır.

ÜÇ GÜZELLER MASALI (İLK GÜZELLİK YARIŞMASI)

Peleus’la Thetis’in Olympos’ta kutlanan bir düğününe Fesatlık Tanrıçası Eris davet edilmemiş… fesatlık bu ya boş durur mu, düğüne davetsiz gelip masanın ortasına altın bir elma atıvermiş, elmanın üzerinde “en güzele” yazıyormuş. Bütün kadınlar elma benim, bana yakışır diyerek elmayı sahiplenmeye kalkmışlar, bunun üzerine en güzeli Tanrılar Tanrısı Zeus seçsin denmiş, ama Zeus elmayı karısı Tanrıça Hera’ya verse diğer Tanrıçalar kıyameti koparacaklar, başka Tanrıçalara verse bu sefer de karısı ortalığı kaldıracak, Zeus bu işi başından savmak için Kaz Dağlarının yakışıklı çobanı Paris’i elmayı en güzele vermesi için görevlendirmiş. Bu karmaşadan sonra ortada en güzelim diye üç Tanrıça kalmış. Zeus’un karısı Hera, Akıl Tanrıçası Atena, Güzellik ve Sevgi Tanrıçası Venüs. Bu üç Tanrıça, yakışıklı çobanın karşısına çıkmışlar. Çobanın elinde “en güzele” diye yazan altın elma, karşısında yürekleri heyecandan çarpan üç Tanrıça…

Tanrıçalar başlamışlar akıllarına gelen vaatlerle çobanı etki altına almaya. Atena; ün, şan vaat etmiş, Hera; zenginlik ve kuvvet. Venüs ise, dünyanın en güzel kızını vaat etmiş. Atena ve Hera en güzel elbiselerini giyip, en süslü mücevherlerini takmışlar, oysa güzellik örtü istemez, güzellik onun örtüsü diyen Venüs bunların hiçbirini yapmamış. Paris’in altın elmayı tutan eli kımıldamış… herkes heyecan içinde ve el geniş bir kavis çizerek Venüs’e doğru uzanmış. Paris üzerinde “en güzele” yazan altın elmayı Venüs’e vermiş…